KORAY KARAGÖZ
benim çocukluğumda uçurtmaları kendimiz yapardık, sonra hazır uçurtmalar satılmaya başlandı oyuncakçılarda, sonra da uçurtma uçuracak yer de kalmadı zaten.
mahallede ilk “pinokyo” bisikleti ben almıştım, isteyen herkes “bir tur” biniyordu. iç lastiğini hep kendimiz onarıyorduk. “bisikletçi hasan babaya” verecek kadar çok harçlığımız yoktu. sonra “pinokyo” bisikletler “mountain bike” oldu, ama en son “hasan baba” gitti mahalleden.
mahallede ilk “pinokyo” bisikleti ben almıştım, isteyen herkes “bir tur” biniyordu, iç lastiğini hep kendimiz onarıyorduk. “bisikletçi hasan babaya” verecek kadar çok harçlığımız yoktu. sonra “pinokyo” bisikletler “mountain bike” oldu, ama en son “hasan baba” gitti mahalleden.
“nur bakkalın” çöpünü karıştırıp gazoz kapağı arardık, yeni inşaatlardan da en güzel “kaymak taşlarını” aşırırdık gizlice, o zamanlar her yeni inşaatın sonumuz olduğunu bilmeyerek.
“mısırlı’nın” kiraz bahçesine dalardık yazları, ani baskınlarında hep yakalanan ben olurdum, hep dayak yiyen yine ben. biz büyüklerimizden öğrendik, öğretmenin vurduğu yerde gül bittiğini, olur olmaz her şeye dayak yer, sesimizi çıkarmazdık.
her sene gurbetten “Alman” misketlerim gelirdi, içlerinden birini ”kaflik” yapar, diğerlerini de üç misketle değiştirirdim karşı mahallenin çocuklarıyla. bizim mahallede misket pazarlığı yapmak yasaktı, olsa olsa birbirimize ödünç verirdik.
her gece ayrı bir misket oyununu anlatırdım babama, bizimkinin “play station”da kırdığı rekorları anlattığı aynı heyecanla.
evlerden eski gazeteler, inşaatlardan parça demirler toplar, “demirci ali usta’ya” satardık. Kazandıklarımızla elvan gazozu, leblebi tozu, turbo sakızı” alırdık.
bizim mahallenin bizden dört, beş yaş büyük “Fikret” abisi vardı, karşı mahalleyle maçları, su savaşlarını hep o ayarlardı, kavgalarda hep o önde olurdu, o, hep önde olduğu kavgalardan birinde vurulduğunu duyduk çok sonraları.
“teravih” niyetine evden kaçtığımız ramazan gecelerinde, her gece başka bir oyun uydururduk. bizim ramazan gecesi oyunlarımız çok meşhurdu.
“cemal” adında bir arkadaşım vardı, kan akıtmaktan hoşlanmadığımız için kan kardeş olmamıştık. en iyi topu biz oynar, en yüksek ağaca biz çıkardık. kavgalarda birlikte dayak yer, atarsak da birlikte atardık. tek tartışmamız; topun taşın üstünden mi yoksa yanından mı gittiğiydi. hep evlerine gidip barışan ben olurdum. sonra çatı katındaki kuş avında yitirdik “cemal’i”. en cesaretlimiz oydu ama ayağının altındaki naylon poşeti fark edememişti.
bizim mahallede bir “sütçü nine” vardı, evinin önünde de top oynadığımız bir arsası. biraz yokuştu, biraz çukurlu, tümsekliydi ama bizim top oynayabileceğimiz bir arsamız vardı.
“sütçü ninenin” tek katlı evinin beyaz kireçle boyalı duvarında kırmızı boyayla “deniz gezmişler ölmez” yazıyordu. bizde anlamını bilmiyor, maçlarda o duvarla “duvar pası” yapıyorduk. hatta bazı maçlarda o duvarı adamdan sayıyor, adına “deniz” koyuyorduk.
ilk önce “sütçü ninenin” duvarları beyaz kireçle boyalı, üzerinde kırmızı boyayla, “deniz gezmişler ölmez” yazılı, tek katlı evi yıkıldı. sonra da yerine altı katlı, üzerinde beyaz bez afişle “süper lüx daireler” yazan, yeni inşaatlar yapıldı. biz ise yeni “kaymak taşlarına” seviniyorduk, o zamanlar her yeni inşaatın sonumuz olduğunu bilmeyerek.
haylazdık haylaz olmasına, söküklerimiz, yırtıklarımız vardı. analarımızın deriden yaptığı yamalarımız vardı. ama biz yamalarımızla, söküklerimizle, yırtıklarımızla mutluyduk. biz top sahamızın ortasındaki incir ağacımızla mutluyduk. yaz aylarında onun gölgesinde uydurduğumuz hikâyelerimizle mutluyduk. şimdi ise…..